Aşk nedir? Felsefi Görüşler ve Farklı Bakış Açıları



Sevgili okurum merhaba, ben Deniz;

   Şuanda saat gece 01:05 ve ben Camille Roesia Mae ile tanışma fırsatı buldum. Peki sizce bir kişi ile tanışmak için o kişininde sizi tanıması mı gerekir?

   Fikirlerini, düşüncelerini ve kelimelerini hissediyor olmanız. Onunla tanışmak için yeterli bir birikim değil midir?

   Kelimelerin arasından süzülerek ilerlemek ve zamanla yazarı anlıyor olmanız, o kişiyi sevmeniz için ideal bir sebep değil midir?

   Camille son makalesinde "Schopenhauer ve Aşk Kavramı Üzerine" detaylı bir bilgilendirme blogu yayınlamış. Sizinle bu yazımızda "Aşk Kavramı"nı daha farklı bir bakış açısı ile inceliyor olacağız.

   Yaklaşık iki hafta önce tesadüfen elime geçen bir kitapta Hakan Günday demiş ki;

   "Hayat, cinsel ilişkiyle bulaşan ölümcül bir hastalıktır."


   Şunu biliriz ki hepimiz kendimizi farkettiğimiz zaman yaşamaya başlarız. Camille makalesinde insan oğlunun hayvani dürtüler ve iç güdüleri ile soy devamı için cinsel ilişkiye girmek istediğini ve aşk kavramının bu cinsel istek üzerine kurulu olduğunu bazı teorik ispatlar ile savunmuştur.


   Bu ispatların sahibi ise Alman filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer..

  Öncelikle bir fikrin varlığını kabul etmeden önce bu fikri ortaya atan düşünürü tanımamız gerekiyor. Düşünürün kendisinin hayatı sorgulayışı kadar bizimde onu sorgulamamız gerekiyor. 

  Öncelikle bir husustan bahsetmek istiyorum. Arthur Schopenhauer kendi babasından 20 yaş küçük annesi ile hayatı boyunca hiç bir zaman iyi anlaşamamıştır.

  Annesi kendi yazılarında oğlunun mızmızlığından yakınır, onun budala bir dünya ile insanın aczi üzerine sızlanışlarının sinirine dokunduğunu belirtir. Arthur Schopenhauer annesine karşı duyduğu olumsuz hisler ve nefreti ilerde ki kadınlar hakkında olumsuz düşüncelerinin çoğunun temelini oluşturmuştur. Bu durum Arthur'u kadın antipatizanı bir felsefi düşünür haline getirmiştir.

   Ayrıca 1807 yılında genç yaşta kendisinden 11 yaş büyük, başka birisinden çocuğu olan Caroline Jagemann ile yaşamış olduğu erotik absürt ilişki Arthur'u ruhsal anlamda şiddetli bunalımlara sokar. Bu durum kendi benliğinde ilişki karmaşası yaratır. Üstelik Caroline, Arthur ile şehirden kaçma teklifini reddetmiştir. 

   Şuanda ellerimizin içinde reddedilmiş umutsuz bir filozof bulunuyor. Peki biz bu filozof ile ne yapacağız? Evet, devam edelim.

   Şimdi asıl konumuza gelecek olursak. Arthur'un kişiliğini ve yaşamış olduğu hayatı göz önüne alırsak aşk kavramı hakkında yapmış olduğu bu teorik ispatlarına inanmazdım fakat biraz daha detaylarına inelim..

   Arthur demiş ki; "Aşk" sonraki neslin devamı çabasından ötürü ortaya çıkan bir içgüdüdür.

  Bu sebepten midir "VIII. Edward Aşk uğruna İngiltere tahtını bir kalemde silip atsın? Eğer neslin devamlılığı söz konusu olsaydı. Bir kral için en önemli olan unsur kraliyet ailesidir. Amerikalı boşanmış bir kadınla bir kralın evlenmesinin nedeni Aşk değil mi?"

  Bu sebepten midir "Marliyn Monroe öldükten sonra boşanmış olduğu eşi 20 yıl boyunca mezarına her hafta 3 kere çiçek götürsün? Bu değilmidir aşkın kanıtı?"

  Bu sebepten midir "Mimar Sinan Mihribah Sultan'a ömürlük bir jest yapsın.. Efsaneye göre; yılın belirli aylarında Üsküdar ve Edirnekapı'ye inşa ettirilen külliyelerde (Nisan, Mayıs) bir külliyede güneş batarken diğerinde ay doğuyor. Bunun sebebinin ise Mimar Sinan'ın Mihrimah'a olan aşkından dolayı ismine yapmış olduğu ömürlük jest olduğu söyleniyor."

  Nitekim Arthur neslin devamlılığından söz ederken. Hayata bir anlam yüklemesini başaran insanlar bu duyguya neslin devamlılığından dolayı değil, sevdikleri için erişebiliyor.

  Aşk mantığın bittiği yerde, romantizm ile başlar. Romantizm ise cinsellik değil bir edebi akımdır.

  Aşk sonraki neslin devamlılığı çabasından dolayı ortaya çıkmaz. Cinsellik çabası diye bir çaba vardır fakat bu "cinsel açlık" konusu diye ayırabileceğimiz farklı bir toplumsal olaydır. 

  Bu nedenlerden dolayı kendi şahsım adına Aşk kavramını cinsel dürtüler ile üreme adı altında oluştuğunu kabul etmiyorum.

   Sevgili Camille; desteklemiş olduğun bütün fikirlere saygı duyuyorum. Peki o zaman aşk nedir? Diyor isen okumaya devam edebilirsin..

  Prens Charles ile Lady Diana evlenirken, gazeteciler ‘birbirinize aşık mısınız?’ diye sorduklarında onlar ‘aşk ne demekse biz oyuz’ dediler. Bu cevap üzerine gazeteciler, ‘aşkın ne olduğunu bilmiyorlar’ diye yazarak, yeni evli çiftle dalga geçtiler. Biraz politik bir cevap olmakla beraber Prens Charles’in söylediği, doğruydu. Yani aşktan ne anlıyorsanız aşk,odur.

  Aşk, yüzyıllardan beri sadece duygularla yaşandığı farz edilerek, filozoflar ve şairler tarafından tarif edilmiş, bilim adamları aşkın tarifiyle uğraşmamıştır. Çünkü bilim denilince insanların aklına analitik, soğuk, ciddi, sebep-sonuç ilişkilerine dayanan bir şey gelir. Fakat aşkın anlaşılmasında son 30-40 yılın, bilimsel analizleri ciddî bir yardımcı olmuştur. Atomdaki nötronla proton arasındaki çekim gücü, kadınla erkeğin ilişkisi, liseli aşıkların yaşadıkları duygu seli, yada Yaratıcı’ya olan bağlılık…

  Bunların hepsi aşk tanımı içinde açıklanmaktadır. Aşk, gerçekten hepsini kucaklayacak kadar geniş bir şemsiye midir?

  Aşk, sevginin tutkulu ve derinlikli biçimidir. Aşkı sevgiden ayıran en önemli üç özellik, sadakat, bağlılık ve şefkattir. Sevdiğine delice bir tutkuyla bağlanan âşık onun için kendi çıkarını terk eden kişidir. Aşık olan kişide muhakeme ikinci plana düşmüş, öncelik duyguların olmuştur.

  Aşk aynı zamanda gerçeklerin dışına çıkmış, hayal dünyasında yaşanan romantik bir duygudur. Aşktan anlaşılan şey romanstır. Güzel bir aşk yaşamak için romansı mahveden ve artıran şeylerin iyi bir sentezi gerekir.

   
   Aşk, 1,5 – 3 sene arasında değişen bir ömre sahiptir. Ondan sonra buhar olup uçar. Süreç sevgi ve aşkla başlar ama; mantıkla devam eder. Mantık içermeyen aşk, bir müddet sonra yok olmaya mahkûmdur.

  Aşk, uzun bir yolculuğa çıkmak yada yanan bir ateşi seyretmek gibidir. İnsan ateşe şevkle bakar fakat onu canlı tutmak için çabalaması gerekir. Ateş yanarken arada bir sönmeye yüz tutsa da gereken bakım ve ilgiyi gördüğünde tekrar alevlenir. Aşkın kısa sürmesinin sebebi, aşıkların aşk ateşinin içine atlayıp, yanmak gerektiğini düşünmeleridir.

  Halbuki aşk, yönetilmesi icap eden bir ateştir. Ateşe dışardan takviye yapmak, onun ısı ve enerjisinden faydalanmayı sağlar. Âşıklar, birlikte alevlendirdikleri ateşi izleyerek mutlu olurlar. Fakat mantıksız bir biçimde alevlerin içine dalmak, onu iki sene de sönen bir kül yığınına çevirir. Yani aşk; sebep değil, iyi bir ilişkinin sonucudur.

  Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Aşk bir sonuç ise, başlangıçta yaşanan nedir? Aşk merdiveninin ilk basamağında kadın ve erkek arasında cazibe meydana gelir. Birbirinin çekim alanına giren iki kişi, birbirlerinden hoşlanırlar. Eğer bu yakınlık iyi bir ilişkiye dönüşürse, aşka kapı aralanır. Aşkın oluşmasında başlangıç itibariyle tarafların birbirinden nefret etmemesi yeterlidir.

 Tarafların birbirleri hakkında ciddi boyutlarda olumsuz değerlendirmeleri yoksa ve iyi bir ilişki yaşanıyorsa, bu aşkı filizlendirebilir. Fakat her ilişki aşkla başlamak zorunda değildir. Önemli olan iki kişinin birbirini tanımasıdır.


Aşkın kendine ait bir disiplini vardır. İnsanın aşk hakkında bilgilenmesi, ‘aşk nedir, nasıl aşık olunur?’ gibi soruların cevabını bulması gerekir. Çünkü aşk vahşi bir ormanda gezmeye benzer. Kaliteli bir yolculuk için bilgi ve donanım gerekir. İnsan ormandan ancak hazırlıklı olduğu taktirde zevk alıp, iyi vakit geçirebilir. ‘Ormanı seviyorum ve bir süre orada yaşamak istiyorum’ diye tedbirsiz bir yola çıkış, bizi baş edemeyeceğimiz tehlikelerle karşı karşıya getirerek, mahvedebilir.

 Oysa aşk konusunda edinilen bilgi yaşanan sorunları kazanca çevirmemizi sağlayacaktır. Aşklarını uzun yıllar devam ettiren çiftler, fırtınalı dönemler yaşasalar da gemiyi terk etmemiş ve bağlılıklarından taviz vermeden beraberliklerini sürdürmüşlerdir. Bu da ancak ilişkiye emek vermekle mümkündür. Bir insandan ‘otuz, kırk senedir aynı kişiye aşığım’ sözünü duymak çiftlerin birbirlerini mutlu etme çabalarının sonucudur. Uzun süre devam eden aşklarda iyi niyet ve sevgi azalsa bile hiçbir zaman kaybolmamıştır.


  Aşk duygusu kadınlarda erkeklere nazaran daha güçlüdür ve kadınlar aşk kahramanıdırlar. Kadınlar kendilerine doğuştan verilmiş bu hususiyet sebebiyle bir çekim alanı oluştururlar ve bu çekim güçleriyle evliliklerini devam ettirirler. Evrimsel psikoloji açısından bakıldığında, türün devam edebilmesi için kadının cazibesi gerekir. İnsan neslinin devamında beynimize yazılan bu program işlemektedir.

  Aşkta insana tesir eden ilk şey dış güzellik ve cinsel çekiciliktir. Fakat Sokrates’in söylediği gibi ‘güzelliğin saltanatı kısa sürer’. Fizikî güzellik, ilk etkileme gücü olduğundan kısadır. Ondan sonra da iç güzelliğin saltanatı başlar. İç güzellik kapalı kutu gibidir. Katları açtıkça onu bilir ve bulursunuz. Ancak nazik davranmayıp duyguları incitirseniz aşk zarar görür. Kişinin aşktaki başarısı, kutudan çıkan özellikleri bozmamaya ve dağıtmamaya bağlıdır. Bundan sonra akıllıca sevmek, akıllıca vermek ve akıllıca almak gerekir. Bu da ancak insanoğlunun niteliklerini bilmesiyle gerçekleşir.

  Yalnız karşı tarafı tanımak için kendini tanımak esastır. Eğer karşımızdaki insanın vasıflarına, tanıma ve anlama gayesiyle bakarsak yeni yeni keşifler yapmak mümkün olacaktır. Çünkü insan ruhu engin bir deniz gibidir. Meselâ, Kızıldeniz’e girenler bilirler ki; denizin etrafı kupkuru çöl olmasına rağmen suya daldığınızda rengarenk bir dünya ile karşılaşırsınız. Dışardan görünmez ama; içerde mercanlar, balıklar, birbirinden farklı denizaltı yaratıkları vardır. İşte aşkta Kızıldeniz’de yüzmek gibidir. Yüzeyden baktığınızda görünmeyen bir dünya içine girdiğinizde bütün renkliliğiyle karşınıza çıkar. Aynı kişiyle yıllar süren, mutlu bir beraberliğin sırrı budur.


  Duygularını bastıran insanlar hayatın en güzel anlarını kaçırırlar. Etraflarındaki insanlara sıkıntı verecek kadar düzenli, gereğinden fazla mükemmeliyetçi ve ayrıntıcı kimseler diğer insanlara nazaran iç dünyalarını daha fazla gizler ve birçok güzelliği tatmadan yaşayıp giderler.

  Bu tip kişiler, herşeyin ölçülü ve net olmasını ister, belirsizliğe tahammül edemezler. Bunun sonucunda da duyguları hasar görür. İnsanın pasifleşmeden mahcup ve çekingen olması, sade yaşaması bir noktaya kadar güzeldir. Ancak hareketsizleşmemek kaydıyla. Haddini bilen, kendinden emin aynı zamanda da başkalarının hakkına saygı duyan bir kimse hissettiklerini bastırmasına lüzum kalmadan da özgüven sahibi olabilir. Düşüncelerini makul sınırlarda ifade etmekten kaçınanlar gergin, kendileriyle çatışan, mutsuz insanlardır. Bu tip kişilerin beyninde stres hormonu fazla salgılandığından devamlı olumsuz senaryo yazarlar ve bu da onları gerilime sürükler.

  Neticede ortaya çıkan negatif enerji, sevdikleri insanı kendilerinden uzaklaştırmalarına sebebiyet verir. Halbuki duyguları bastırmak yerine beden dili ile ifade etmek böyle bir problemle karşılaşmayı önleyecektir.
   
  
   Çok fazla uzatmadan bitirmek istiyorum. Şuanda saat 04:45 ve ben aşka neslimi devam ettirmek için değil sevmek için inananlardanım. Bu makaleyi yayınlamamı sağlayan Camille'ye teşekkür ediyorum.

   
   Ben Deniz;

   Görüşmek dileği ile,


   Camille Roesia Mae'nin bloguna aşağıdaki linke tıklayarak ulaşabilirsiniz. 
   
   https://camilleroesiamae.blogspot.com
24 Şubat 2020 Pazartesi
Editör: Unknown

Ainesidemos (Enesidemos, M.Ö. 1. yy)

M.Ö. 1. yy'da yaşayan Ainesidemos (Enesidemos) şüpheciliğe "Sensüalist" (duyumcu) bir karakter kazandırarak, insan açısından hiç bir duyumun saf olmadığını ve buna dayanan bilgilerin gerçek olamayacağını ve doğru bilginin imkansız olduğunu savunur.

Yöntem Olarak Şüphecilik:

Bu yaklaşımın önde gelen temsilcileri batı dünyasında Descartes, islam dünyasında ise Gazali'dir. Her iki düşünür de kendisinden kuşku duyulamayacak kesinlikle doğru bilgileri ararlar. Mevcut bilgilerin kaynaklarını ele alıp, bunların kesin bilgiler vermekte ne kadar güvenilir olduklarını araştırırlar. Sağlam bilgilere ulaşılana kadar her şeyden şüphe eder, ulaşıldığında ise şüpheyi terk ederler. Yani şüpheyi bir amaç değil, bir araç olarak görürler. Bu tavır ise şüpheyi bir yöntem olarak ele almak anlamına gelir.

Ainesidemos ile ilgili görsel içerik

22 Ocak 2015 Perşembe
Editör: Unknown

Timon (M.Ö. 320 - 230)

Timon, gerek akla gerekse de duyulara karşı güvensizlik duyar. Ona göre akla dayalı öne sürülen her şey, başka bir şeyin yardımıyla kanıtlanabilir ve tüm kanıtlar, hiçten sarkan bitimsiz bir zincir gibidir. Bu durumda kesin bir saptama yapmaktan söz edilemez. Duyulara gelince, hiçbir duyu organı bize nesnenin tam ve kesin bilgisini sunamaz. O, bu durumu şöyle ifade eder: "Bal tatlıdır. demek yerine, 'bal bana tatlı geliyor' demek gerekir. Balın tatlı olduğunu ileri sürmeyi hayırlıyorum, onun bana tatlı geldiğini bütünüyle evetliyorum."

Timon tüm bu görüşlerini şu şekilde özetlemektedir:
- Nesnenin gerçek yapısı nedir?
- Kavranamaz. (Akatalepsia)
- Nesneler karşısındaki duruşumuz ne olmalıdır?
- Yargıdan kaçınmak. (Epoke)
- Nesneler karşısında doğru bir duruştan ne kazanırız?
- Sarsılmazlık. (Ataraxia)

Timon ile ilgili görsel içerik



















Editör: Unknown
Etiket : timon kimdir

Pyrrhon (Piron, M.Ö. 365 - 275)

Pyrrhon'a göre her sav için birbirinin karşıtı olan ve aynı güçte birbirine eşit olan en az iki kanıt ileri sürülebilir; bundan dolayı da hiçbir şey için belli bir şey diyemeyiz. İnsan nesnelerin gerçek yapısını değil, ancak kendisine görünen kısmını bilebilir. Yapılacak tek şey; 'Her türlü yargıdan kaçınmak'tır.(Epoke).

Pyrrhon ile ilgili görsel içerik

21 Ocak 2015 Çarşamba
Editör: Unknown

Gorgias (M.Ö. 483 - 375)

Gorgias'a göre eğer bir varlık var olsaydı, ezeli ve ebedi olmalıydı. Çünkü sonsuz olan ebedi ve ezelidir. Fakat sonsuz varlık sınırlı bir mekanda ve zamanda kendisini sınırlayacağından şu sonuca ulaşılır: 'Hiçbir şey yoktur.'

İnsan düşüncesinin yapısı nesnelerin yapısıyla karşıt yapıdadır. Nesneler dinamik, düşünce ise durağandır. Buradan hareketle de "düşüncenin bize nesneleri tanıtması imkansızlaşmaktadır." diyebiliriz. Yani: Bir şey olsa da bilinemez.

Her insanın nesnelere olaylara bakışı farklı olduğundan, kavramlara yükledikleri anlamlar da farklılaşır. Bu sebeple: 'Bilinse bile başkalarına aktarılamaz.' sonucuna ulaşılır.

Gorgias, bilgideki göreceliliği aşırı bir biçimde ilerlettiği için onun görüşleri 'Nihilizm-Hiççilik'e varmıştır.

Gorgias ile ilgili görsel içerik

Editör: Unknown

Protagoras (M.Ö. 481 - 420)

Protagoras'a göre algılayanın algılama anındaki durumu nesnenin nasıl yorumlanacağını gösterir. Yani biz nesnenin ne olduğunu değil, sadece bize nasıl göründüğünü söyleyebiliriz. Nesneler hakkında yalnızca sanılarımız olabilir. Bu sanılar ise kişiden kişiye değişir (rölativizm-görecelik). Buradan hareketle de o çok ünlü sözüne ulaşır: 'İnsan her şeyin ölçüsüdür, var olan şeylerin var olduklarının, var olmayan şeylerin var olmadıklarının..'

Protagoras ile ilgili görsel içerik
























.
Editör: Unknown

Felsefe - Hikmet İlişkisi

Felsefenin kök anlamına indiğimizde philosophia kelimesiyle karşılaşıyoruz. Sophia (bilgilelik), sophos (Varlık hakkında eksiksiz bilgi sahibi olmak)tan türetilmiştir. Philo ise aramak, peşinden koşmak, sevmek ve sevdalanmak anlamlarına gelir. Philosophia, bilgelik sevgisidir. İslam dünyasında hikmet (sophia-bilgelik), felsefe kavramına zemin oluşturur. Hikmet, insanın içinde yaşadığı dünya ve toplumla uyumlu, kendi kendine yeten ve bilinçli bir varlık olmasını, ideallerini bilginin rehberliğinde gerçekleştirmesini sağlayan ruhsal bir durumdur. Felsefe, hikmeti sevme ve ona bilinçli bir biçimde yönelme durumudur.

Yunus Emre ile ilgili görsel içerik

O dost bana benden yakın,
Hikmet bilen bulur Hakk'ın.
Okuyup hikmet ilmini,
Lokman olayım bir zaman.

Yunus Emre
Editör: Unknown

Felsefenin Anlamı Üzerine

Felsefe (philosophia) Grekçe: sevgi, sevdalanmak, aramak ve peşinden koşmak anlamlarına gelen 'philia-philo' kelimesi ile bilgelik-hikmet anlamına gelen 'sophia' kelimelerinin birleşmiş hali olan 'bilgelik/hikmet sevgisi' ve bilgiyi ve bilgeliği sevmek anlamlarına gelir.

Felsefenin, kavram olarak anlamını araştırdığımızda karşımıza şu ifadeler çıkar:

- Felsefe; varlık, evren, insan ve bilgiyle ilgili düşüncelerin bütünüdür.
- Felsefe; "Nedir?" sorusunun sorulması, soyut ve kurgusal bir düşünmedir.
- Felsefe bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünüdür.
- Felsefe; bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisidir.
- Felsefe; evreni, dünyayı, yaşamı yorumlama biçimi, bir dünya görüşü ve ideolojidir.

Felsefe (philosophos); bilgiyi arayan, ona ulaşmak isteyen kişidir. Filozof, hayatın anlamını bulmaya ve bu anlama uygun şekilde yaşamaya çalışır, edindiği bilgileri yetersiz bulup tedirginlik duyar, eleştiri yapar. Filozof, apaçık ve doğru olduğunu bildiğimiz ya da böyle olduğuna inandığımız her şeyi sorgulayabilir; insanın, dinin, Tanrı'nın, dış dünyanın varoluşuyla, bilginin kaynağı ve sınırlarıyla, bilimle, sanatla ve daha birçok konuyla ilgili sorular sorabilir.

Felsefe sözcüğünü ilk kez kullanan matematikçi ve filozof Pythagoras (Pisagor, M.Ö. 580-500), bilgeliğin yalnızca tanrılara yakıştığını, insana düşen işin ise bilgeliği sevmek (philosophia) ve bilgelik düzeyine ulaşmaya çalışmak olduğunu ileri sürmüştür. Herakleitos'un (Herakleytos)'da felsefe sözcüğünü ilk kullanan filozof olduğu iddia edilmiştir.

Felsefenin Anlamı ile ilgili görsel içerik






















.
Editör: Unknown

19. ve 20. Yüzyıl Felsefesi'nin Temel Akımları:

İdealizm: (Johann Gottlieb Fichte, Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, Georg Wilhelm Friedrich Hegel)

Pozitivizm: (Auguste Comte)

Materyalizm: (David Friedrich Strauss, Ludwig Feuerbach, Karl Marks)

Romantizm: (Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, Georg Wilhelm Frienrich Hegel, Alfred De Musset)

Yaşama Felsefesi: (Friedrich Nietzsche, Wilhelm Dilthey, Entüisyonizm (Henri Bergson)

Egzistansiyalizm: (Soren Aaby Kierkegaard, Karl Jaspers, Martin Heideger, Jean Paul Sartre)

Pragmatizm: (William James, John Dewey, C.S. Schiller, F. Gonseth, A. Rey, E. Le Roy, M. Pradines)

Fenomenolojizm: (Edmund Husserl)

Mantıkçı Amprizm: (Ludwig Josef Johann Wittgenstein, Karl Popper, Schlick, Rudolf Carnap, Hans Reichenbach)

Anarşizm: (William Godwin, Max Stirner, Tucker, Tolstoi, Pierre Joseph Proudhon, Kropotkin, Mihail Aleksandroviç Bakunin)

Yeni Ontoloji: (Nicolai Hartmann)

19. ve 20. Yüzyıl Felsefesi'nin Temel Akımları ile ilgili 
görsel içerik

























.
20 Ocak 2015 Salı
Editör: Unknown

Günümüz Felsefesinin Temel Çizgileri

   Günümüz felsefesinin kendine özgü çizgilerini öne çıkaran özelliklerini birkaç noktada toplayabiliriz:

1. Bugünün felsefesini geçmiş felsefelere bağlayan en önemli düşünsel çizgi; Kant felsefesidir. Immanuel Kant'a karşı tutum takınmak, onunla hesaplaşmaya girişmek, onun düşüncelerini benimsemekten ve ileriye götürmekten daha çok yer alıyor günümüz felsefesinde.

2. Günümüz felsefesinin temel çizgilerini belirleyen etkilerden biri de metafizik karşısındaki tutumdur. Burada iki çizgi karşı karşıya gelmektedir: Birincisi, metafiziği önemli bir felsefe dalı olarak görenlerdir. Bu anlayışa göre metafizik, temel bir bilim olarak tanınmalı ve felsefenin de metafizikten başka bir şey olmadığı kabul edilmelidir. Metafiziğe evet diyen filozoflar bu soruna değişik açılardan bakıyorlar. Bu duruma örnek olarak metafiziği deneysel bir temele oturtan ve doğa bilimleriyle metafizik arasında bağlantı kuran Brentano'nun; metafiziği deneysel bilimlerden bağımsız ve a priori (önsel) olarak gören Edmund Husserl'in (Edmond Huserl, 1859 - 1938), Nicolai Hartmann'ın (1882-1950) ve Martin Heideger'in (Martin Haydeger, 1889-1976) yaklaşımlarını örnek olarak verebiliriz.

   İkinci yaklaşım ise bilimsel metafiziği olanaksız olarak görmekte ve tamamen yadsımaktadır. Bu yaklaşıma örnek olarak Karl Theodor Jaspers'in (Karl Yaspers, 1883-1969) Mantıksal Deneyciliğini, Diyalektik Materyalizm'in karşı çıkışlarını gösterebiliriz. Onlara göre, metafizik önermelerin ve metafizik anlatımların bir anlamı yoktur. Metafizikçiler dile gelmez olan şeyleri seslendirmekteler. Bu da olanaksız olanı yapmaya yönelmektir. Günümüz modern insanının Antik ve Ortaçağ insanından daha kuşkucu hale gelmesi de metafizik yaklaşımların reddini kolaylaştırmıştır. Metafiziğe yönelik bu köklü eleştirilerde Kant'ın etkisi büyük olmuştur.

3. Günümüzde bilim ve teknoloji alanındaki baş döndürücü gelişmeler toplumsal yaşamı da etkilemiş, toplumsal yaşamdaki değişmeler din, ahlak, sant gibi değerler alanını da sarsmış, insan bir anlamsızlık ve değersizlik bataklığına batmıştır. Bu olumsuz etkilenmeye bağlı olarak bireyi yeniden yaratmaya çalışan ve bireyin kurtuluşunu temele alan felsefeler gelişmeye başlamıştır. Egzistansiyalizm'i, Nihilizm'i ve Anarşizm'i buna örnek olarak verebiliriz.

4. Günümüz felsefesinin belli başlı özelliklerinden birisi de felsefede karşımıza çıkan ayrımlaşma ve uzmanlaşmadır.

5. Günümüz felsefesinin bir başka özelliği de çeşitli felsefe okullarının birbirlerinden uzaklaşması ve gittikçe artan etkileşimsizliktir. Bunun sonucunda ise felsefe sözcüğünün çok anlamlı bir terim haline geldiğini görüyoruz.

Günümüz Felsefesi hakkında görsel içerik

























.

19. ve 20. Yüzyıl Felsefesi

19. Yüzyıl Felsefesi'nin Temel Özellikleri


1. Bu yüzyılda Hegel felsefesi gelişmeye başlamış ve Prusya'nın (Almanya'nın) resmi devlet felsefesi olmuştur. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (Georg Vilhelm Firidrih Hegel, 1770 - 1831) felsefesi, süreç içerisinde idealist ve materyalist felsefe (sağ ve sol Hegelciler) olarak ikiye ayrılmıştır. Bu bölünmeye rağmen Hegel felsefesi, etkisini yüzyıl boyunca sürdürmüştür. Hegel, Fichte ve Schelling'in içinde yer aldığı İdealizm akımı ortaya çıkmıştır. Bu akımın içerisinde yer alan filozoflar oluşun ardındaki değişmeyeni bulmaya çalışmışlardır.

2. Bu yüzyılın belirleyici felsefe akımlarından birisi de Pozitivizm'dir. Bu felsefi anlayış, önemli oranda bilim ve felsefe alanına yansımış, etkisini siyasi ve toplumsal alanda da göstermiştir. En önemli temsilcisi Auguste Comte (Ogüst Komt, 1798-1857)'tur.

3. Bu dönemde ayrıca oluşun ardındaki değişmeyeni insanlık ya da özgürlük olarak gören bir felsefi anlayışın boy verdiğini görüyoruz. Bu fikrin en önemli filozofları Auguste Comte, Pierre Joseph Proudhon (Prudon, 1809-1865)'dur.

4. Mutlak olanın bilinebileceğine inanmayan John Stuart Mill (Con Stuart Mil, 1806-1873) ve Jeremy Bentham (Ceremi Bentam, 1748-1832) gibi İngiliz faydacıları tarih sahnesine çıkmıştır.

5. Yine bu yüzyılda Arthur Schopenhauer'in kötümserliğini, Soren Aabye Kierkegaard'ın bireyceliğini, Herder ve Humboldt'un insancılığını içeren felsefeler gelişmeye başlamıştır.

6. Biyoloji (Darwin) ve fizik alanındaki gelişmeler bilimsel düşünceyi etkilemiş, Almanya ve İngiltere'de sanayi devrimlerinin sonucunda sosyal ve siyasi alanda (Marx ve Engels) yeni gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır.

7. Önceki dönemlerin düşünce ve değer yargıları yeniden gözden geçirilmiş, bireyci (Friedrich Wilhelm Nietzsche, Max Stirner) ve toplumcu felsefe akımları güç kazanmaya başlamıştır.

20. Yüzyıl Felsefesinin Temel Özellikleri

1. 20. yüzyıl felsefesi, bilim ve teknolojide çok farklı yaklaşımların ortaya çıktığı ve bu alanlarda uzmanlaşmaların başladığı bir dönem olmuştur: Dünya görüşü felsefeleri gelişmiş, kuramsal bilgiyi elde etmeyi amaçlayan felsefeler ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılda etkili olan akımlardan bir tanesi de Viyana çevresi ve Analitik felsefedir. Ortaya çıkan bu felsefi farklılaşmalar bu yüzyılda çeşitli felsefe okullarının birbirinden uzaklaşmasına ve felsefenin çok anlamlı bir terim olmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda ise farklı bilim anlayışları gelişmeye başlamıştır.

2. Immanuel Kant'ın felsefesine yönelik olarak yeni pozitivizm, Mantıksal Atomculuk ve Analitik Felsefe'den önemli eleştiriler gelmeye başlamıştır.

3. Bu yüzyılın en önemli özelliklerinden birisi de metafizik karşısındaki farklı tutumlardır. Bu yüzyılda karşımıza metafiziği her türlü felsefenin temeli sayan Karl Jaspers çıkarken, Ludwing Josef Johann Wittgenstein (1889-1951) metafiziği bir bilgi alanı olarak yeniden ele almıştır.

4. Nicolai Hartmann yeni bir varlık felsefesinin (ontoloji) temelini atmıştır.

5. Bilim ve teknoloji alanlarında yeni gelişmeler meydana gelmiş fakat bu ilerlemelere paralel insanın bireysel ve toplumsal yaşamı olumsuz yönde etkilenmiştir. Yalnızlaşma ve yabancılaşma, bu dönemin başat problemleri haline gelmiştir. İşte Varoluşçu felsefe (egzistansiyolizm) bu ihtiyaçtan doğmuştur. Felsefe alanında ortaya çıkan Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) çeşitli edebiyatçılar ve düşün adamları tarafından dünya toplumlarına yayılmıştır.

6. Fenomenoloji felsefesi, Husserl tarafından daha etkili hale getirilmiştir.

7. Pragmatizm akımı, Amerikan toplumunun anayasasına girecek kadar etkili olmuştur.

8. Anarşizm felsefesinin kural tanımaz yıkıcılığı edebi ve toplumsal alanda etkili olmuştur.

19 ve 20. Yüzyıl Felsefesi hakkında görsel içerik























.
Editör: Unknown

18. Yüzyıl Aydınlanması Felsefesinin Temel Özellikleri

1. İnsanın kendi varlığına ilişkin sorgulaması Sofistlerle başlamış, Skolastik dönemde Tanrı merkezli düşünüşün ağırlık kazanmasıyla beraber uzun bir suskunluk dönemi yaşanmış ve Rönesans'ın köprü vazifesi görmesinin sonucunda aydınlanma dönemine geçilmiştir.

2. Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen üç ayrı tavır ya da eğilimden söz edilebilir: Hümanizm, Akılcılık ve Evrenselcilik.

3. İnsan, din ve gelenekler karşısında özgürleşme sürecine girmiştir. "Aklını kendin kullanma cesaretini göster." sözü de bu noktada Aydınlanma felsefesinin din ve gelenek karşısındaki temel yönelimini ortaya koymaktadır.

4. Daha önceki dönemlerde felsefe varlığa ilişkin genel bir bilgi ve bilim özelliği taşırken, bu yüzyılda felsefe bir kültür felsefesi özelliği taşımaya başlamıştır.

5. Aydınlanmanın düşünürleri; Platon, Aristoteles ya da Rene Descartes gibi bir sistem filozofu değil daha çok edebi yönleri ağır basan yazarlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; John Locke, Voltaire, Montesquieu, Jean Jacques Rousseau'dur.

6. Aydınlanma felsefesi ile birlikte ulusal diller gelişme olanağı bulmuş, kutsal dil olarak kabul edilen Latince'nin yerine farklı ulusal diller gelişmeye başlamış; bu durum, Aydınlanma felsefesinin yayılmasına olanak sağlamıştır.

7. Aydınlanmanın en temel özelliği, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını sağlayan laik bir dünya görüşünü hayatın her alanına uygulamasıdır. Dinsel kültürün sona ermesi Rönesans'la birlikte başlamış, aydınlanma dönemine gelindiğinde ise daha önceki yüzyıllarda temelleri atılan kültür bilimleri, sosyal hayat içerisinde şekil almaya başlamıştır.

8. 17. yüzyılda yeniden canlanan ve 18. yüzyılın sonlarına kadar devam eden, özellikle Rene Descartes felsefesinin etkisi ve felsefenin matematik ve fiziği kendisine örnek almasıyla insanı, mutlak ve kesin bilgiye yönelten Rasyonalist (akılcı) düşünce, gelişme seyri içerisine girmiştir.

9. Akılcı düşünce çerçevesinde akla karşı duyulan aşırı inanç ve güven, 18. yüzyılın sonlarında İmmanuel Kant'ın felsefesiyle temellerini kaybetmiş ve aklın gücünün de sınırları olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Akla karşı duyulan bu aşırı inanç ve güvenin yitirilmesi sonucunda 19. yüzyılda Aydınlanma felsefesine bir tepki olarak insanın öznel duygularını temele alan Romantizm düşüncesi, kuvvet toplamaya başlamıştır.

Bu dönemin en önemli filozofları;
John Locke (Con Lok, 1632 - 1704), David Hume (Devid Hiyum, 1711 - 1776), George Berkeley, Etienne Condillac, Immanuel Kant (1724 - 1804)'dır.

18. yy. felsefesi hakkında görsel içerik


























.

Modern Felsefenin Başlangıcı

17. Yüzyıl Felsefesi

1. 17. Yüzyıl felsefesi, kendi içinde bir sistematiği ve bütünlüğü olan bir felsefedir.

2. Varlığı belirli bir sistematik ve bütünlük içinde ele alan 17. yüzyıl felsefesinin temelinde, bu dönemde ortaya çıkan filozofların yeni bir matematik ve fizik anlayışına dayanan sistem kuran rasyonalist düşünürler yatmaktadır.

3. 17. yüzyıl felsefesinin belirleyici özelliklerinden birisi de bilme olgusunun temelinde yatan yöntem sorununun ele alınmasıdır.

4. Bu dönemin en önemli filozofu, Rene Descartes'tır. Rene Descartes (Röne Dekart, 1596 - 1650), Skolastik felsefenin temel felsefi varsayımlarına son vermiş ve günümüze değin sürekli yeniden ele alınan bazı temel felsefe sorunlarını ortaya atmıştır. Skolastik felsefenin sınırları içinde La Fleche'te almış olduğu eğitimin, insan zihnini bulandırdığını belirterek, yüklendiği bilgi ağırlığını omuzlarından atmaya çalıştığını söyleyerek yöntemli şüphenin önünü açmıştır.

   Platon gibi matematiği ve geometriyi, felsefe araştırmaları için bir model olarak kullanmıştır. Amacı, kendisinden şüphe edilmeyen ve varlığı bir bütün olarak açıklayan tümel bir bilgiye ulaşmaktı. Kurucusu olduğu analitik geometri, bilgi yolunu tıkayan eksiklikleri gidermenin bir yolu ve ürünüydü. Ona göre; insanın bilme yetisinin, neyi bilirse bilsin hep aynı kalması ve tek bir temel yapısı olması gerekir. Bilgide önemli olan başkalarının kanıları değil, açık (clara) ve seçik (distincta) biçimde kavradığımız ya da kesinlik taşıyan sonuçlardır. Bilgide yöntemden asla vazgeçilemez.

   Onda şüphe, Sofistlerde olduğu gibi bir amaç değil, sadece gerçeğe ve doğruya erişmenin temel bir aracıdır. Yöntemli şüphe (metodik şüphe), ister duyu verilerine, ister usavurmaya dayansın, bütün kanı ve düşüncelerimizden şüphe edebiliriz. Şüphe eden kişi, şüphe ettiğinden şüphelenemez; şüphe etmek ise düşünmek, düşünmek de var olmak demektir. Düşünüyorum, öyleyse varım (Cogito ergo sum). Böylece bütün felsefenin ve bütün bilgilerin oturtulabileceği sarsılmaz temel, ilk apaçık ilke ya da bilgiye ulaşmış oluruz.

   İnsan, bedeninin varlığından şüphe edebilir ama bu durumda bile var olduğundan şüphe edemez; çünkü başka nesnelerin varlığından kuşku ederken bile düşünüyoruz, düşünmek için ise var olmak gerekir. Öyleyse düşünen varlık, benlik ya da ruh, bedenden bütünüyle ayrı ve onsuz da var olabilir; ruh, bütün yapısı ve özü düşünme olan bir tözdür. Ruh-beden ikiliği (Dualizm) kuralı, yöntemli şüphenin kaçınılmaz ve mantıksal bir sonucudur.

   "Ruhun İhtirasları" adlı kitabında ise ahlakla ilgili (etik) görüşlerini özetlemeye çalışır. Bu eserinde beden-ruh ikiliğine (Dualizm) ve etkileşimine ilişkin kurallarını anlatır. Bu kitabında dört ahlak ilkesi ileri sürer: Davranışlarında kararlı olmak; talihi değil her zaman kendini yenmek; Dünya'nın düzenini değil kendi arzularını değiştirmeye çalışmak; ufkunu ve bilgisini sürekli geliştirmek önemlidir.

   Rene Descartes'e göre insan ruhu, evrenin mekanik işleyişinin bütünüyle dışındadır. Maddeden temelden ayrı olan insan ruhu, Tanrı'nın özel bir edimiyle yaratılmıştır. Beden ve ruh, birbirinin tam anlamıyla karşıtı olmasına rağmen aralarında bir etkileşim vardır. Bu etkileşim, beyindeki epifiz bezinde gerçekleşir; ruh buradaki diri ruhlar (esprits animaux) aracılığıyla bütün beden üzerinde etkide bulunur.

   17. Yüzyıl Felsefesi'nin diğer önemli düşünürleri; Blaise Pascal, Nicolas De Malebranche, Arnold Geulinex gibi Okkasyonalist düşünürler, Thomas Hobbes (Thomes Hobs, 1588 - 1679), Baruch Spinoza (Baruh Spinoza, 1632 - 1677), Wilhelm Leibniz'dir.

Modern Felsefe hakkında görsel içerik






















.
Editör: Unknown

Rönesans Felsefesi

1. Rönesans'ın felsefi anlamına baktığımızda İnsancılık (Hümanizm), Bireycilik (İnduvalizm) ve Şüphecilik (Septisizm) olarak karşımıza çıkmaktadır.

2. Rönesans, genellikle içinde yaşadığımız çağın başlangıcı olarak kabul edilir.

3. Bu dönemde yeni insan, merak ve hayret duygusunu yeniden sakladığı yerden çıkarmış, çevresini araştırmaya başlamıştır. Yeni insan, evrenin hiçbir sırrını çözmeden bırakmak istemiyordu. Çünkü o şuna inanmıştı: İnsan aklı, her şeyi çözebilir. Ya da Francis Bacon'ın (Frensis Beykın, 1561 - 1626) dediği gibi "insan aklı doğayı kullanarak her şeyi yapabilir" ve anlayabilir. Bu Grek Felsefesi'nin araştırmacı, bulucu ve sorgulayıcı anlayışına yeniden dönüş demekti.

4. Rönesans döneminde felsefe alanındaki en büyük özellik, yeni ile eskinin çatışmasıdır. Bu iki felsefi sistem arasındaki çatışma, eskinin tamamıyla yıkılıp yeninin henüz olgunlaşmadığı bir zemin üzerinde yaşanıyordu. Yaşanan bu durum, hem bir çatışmayı hem de bir uzlaşmayı gerekli kılıyordu. Bu nedenden dolayı zaman zaman bu iki sistem arasında uzlaşmaların da olduğunu görüyoruz.

5. Rönesans'ta felsefe; düşünsel planda laikleşme sürecine girmiş, kendine özgü yöntem ve araçları olan bir bilgi kolu haline gelmiştir. Bu değişimin altında yatan temel neden, Ortaçağ'da gördüğümüz tümeller kavgasıdır.

Ortaçağ Felsefesi ile Rönesans Felsefesi Arasındaki Temel Farklar:
- Ortaçağ'da felsefe, dini bir renk taşır. Temel amacı ise dinin dogmalarını akla dayalı olarak açıklamaktır. Rönesans'ta ise felsefe, kendini dinin, kilisenin ve dinin rasyonel temellerini oluşturmaya çalışan din bilginlerinin otoritesinden sıyırmıştır.

- Ortaçağ felsefesi, Katolik inancını temele alan ve ona göre şekillenen, kendi içine kapalı bir sistemdir. Kabul edilen dil, İncil'in kutsal dili olan sadece manastırlarda öğretilen ve dar bir çevrenin konuşabildiği Latinceydi. Rönesans'ta ise kendi içine kapalı dinsel sistemin yerine, birçok sistemi barındıran ve ulusal dillerin konuşulabildiği bir yapı kurulmuştur.

- Ortaçağ'da felsefe Anselmus, Aquinos Thomas, Auerlius Augustinus gibi din bilginleri tarafından yapılırdı. Rönesans'ta ise felsefe, birçok toplumsal çevreye açılmış; bu dönemde aydınların, yazarların, üniversite öğrencilerinin, öğretim üyelerinin felsefe yapabilmesine olanak tanınmıştır.

- Ortaçağ filozofu, doğrunun zaten bulunmuş olduğuna, kutsal kitapta verildiğine inandığı için "yeni" olanı aramamıştır. Rönesans'ta ise deney ve gözlem, temel araştırma yöntemi olarak kabul edilmiştir. Bu dönemin düşünürleri bir fikri, kimin söylediğine değil, gerçeği yansıtıp yansıtmadığına bakmış ve gerektiğinde eskiyi reddetme cesaretini göstermişlerdir.

Ortaçağ ve Rönesans Doğa Felsefesinin Karşılaştırılması:
- Ortaçağ'da Dünya, sabit (hareketsiz) olarak algılanırken, Rönesans'ta Dünya'nın hareket halinde olduğu düşüncesi egemendir.

- Ortaçağ'da doğa üzerine araştırmalar yapmak, doğayı tanımak ve ona egemen olmak bir amaç değil araçtır. Bu anlayışa göre, doğa kutsal olmayan bir varlıktır. Rönesans'ta ise doğayı araştırmak, tanımak, anlamak ve ona egemen olmak amaçtır. Doğa sırları olan, keşfedilmesi gereken gizli (latent) bir hazinedir.

- Ortaçağ felsefesi, doğa görüşünü sadece Aristoteles'in doğa anlayışına dayandırmıştır. Rönesans ise kendi doğa felsefesini ortaya koyarken, her şeyden önce var olan sistemi (Ortaçağ felsefesi'nin doğa anlayışını) yıkmakla işe başlamış ve birçok düşünürün doğa üzerine yaptığı gözlemlerden ve araştırmalardan yararlanmıştır.

- Rönesans felsefesi durağan doğa anlayışına karşı çıkmış ve bugünkü modern doğa biliminin doğuşuna öncülük etmiştir.

- Ortaçağ bilginleri doğa anlayışlarını Aristoteles'in fizik anlayışına dayandırıyorlardı. Aristoteles'in doğa (fizik) anlayışının temelinde ise yeryuvarlağının evrenin merkezi olduğu, Dünya'nın hareket etmediği, Güneş ile yıldızların onun çevresinde döndüğü (Geosantrizm) düşüncesi yatmaktadır. Bu görüş, Ortaçağ'da katolik kilisesi tarafından benimsenmiştir. Dünya merkezli evren anlayışını Grek coğrafyacısı Batlamyus (Ptolemaios), Platon ve Aristoteles'in varsayımlarından yola çıkarak şekillendirmiştir. Bu anlayışın temelinde; "İnsan Dünya'nın merkezi ise Dünyada evrenin merkezidir." anlayışı yatmaktadır. Bu anlayış, Güneş Merkezli (Heliosantrik) Evren Teorisi'nin karşısında yer alır. Bu dönemde Rönesans'ın doğa anlayışını temellendiren Tycho Brahe, Johannes Kepler, Nicolaus Copernicus, Galileo Galilei gibi önemli isimler karşımıza çıkmaktadır.

Rönesans'ta ortaya çıkan felsefe akımları ve bazı önemli filozoflar:
Hümanizm (Niccolo Macchiavelli, Giovanni Boccacio, Michel de Montaigne, Desiderius Erasmus), Platonizm, Aristotelizm, Atomizm (Gassendi, Francis Bacon), Septisizm (Michel de Montaigne, Charron, Pieere Camus, Vayer ve Sanchez), Panteizm (Giordaano Bruno), Leonardo da Vinci, Jean Bodin, Hugo Grotius, J. Althus, Thomas More, Thomasso Campanella

Rönesans Felsefesi hakkında görsel içerik





































.

İslam Felsefesi

1. İslam felsefesi'nin ortaya çıkışında birçok kültür topluluğunun etkisi bulunmaktadır. Bunların başında Arap, Türk, Süryani, Pers, Berberi kültürü gelmektedir. İslam Felsefesi, farklı kültürel yapılardan etkilense de kendine özgü kavramları, problemleri ve bir sistematiği vardır. Bu açıdan İslam felsefesinin çok zengin bir içeriği vardır.

2. M.S. 8. ve 12. yüzyıllar arasında İslam dünyasında çok sayıda mütercim yetişmiş ve Grek dünyasına ait eserlerden önemli tercümeler yapılmış ve farklı felsefi görüşlerin gelişmesine ortam hazırlanmıştır. Bu dönemde yapılandırılmış olan Beytu'l-Hikme (Hikmet Evi) adlı tercüme kurumu antik dünyaya ait olan birçok düşünürün eserlerinin tercüme edildiği bir merkez haline gelmiştir.

3. Arapça yazan ilk İslam filozofu El-Kindi'dir. Daha sonra onu İbn-i Farabi, İbn-i Sina, İmam Gazali, İbn-i Rüşd gibi filozoflar izlemiştir.

4. İslam felsefesi, Antikçağ felsefesine dayanan felsefi akımları ve İslam düşünürlerini kapsadığı gibi kelam, fıkıh ve tasavvuf geleneğini de kapsar.

5. İslam Felsefesi içerisinde yer alan felsefi akımlar: Tabiiyyun (El - Razi), Dehriyyun ( İbn-i Rahvendi), Batınilik (Tırmızi, İbn Meymun, Hasan Sabah), İhvan'ı-Safa, Meşşailik (El-Kindi, İbn-i Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd), İşrakiyye (Şahabeddin Sühreverdi), Tasavvuf (Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, İmam Gazzali), İbn-i Haldun, Şeyh Bedrettin vb.

İslam Felsefesi hakkında görsel içerik






































.

Ortaçağ Hristiyan Felsefesi

1. Batı Roma İmparatorluğu, tarihte Grek Uygarlığı'nın ürettiği felsefi ve bilimsel değerleri geliştirmek yerine, bunları pratikte insan yaşamını kolaylaştıran birer unsur olarak görmüştür. Bu felsefi ve bilimsel kültürün yok olma nedenlerinden birisidir. İkinci neden ise Kavimler Göçü'nün Akdeniz çevresinde yüzyıllar boyunca sürmesi ve buna bağlı olarak Roma'nın politik düzenine son vermiş olmasıdır. Bu iki nedene bağlı olarak, felsefi ve bilimsel kültür yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

2. Bu dönemde Antikçağ'ın ürettiği kültürel değerleri ele alan ve bu değerleri kendi görüşleri çerçevesinde işleyen kurum kilise olmuştur. Barbar kavimlere (Roma- Cermen) Antik Kültür'ü, zora dayalı olarak benimsetmede din, toplumsal bir araç olarak kullanılmıştır. Bu zora dayalı benimsetme sürecinde "barbarlar" kilisenin baskısıyla eski dünyanın okuluna gidip onun kültürel değerlerini öğrenme sürecine girmişlerdir.

3. Antikçağ'ın kültürel değerlerini canlandırmada; kilise kendine uygun olan düşünceleri benimsemiş ve geliştirmiştir. Bu seçmeci mantık doğal olarak Antik Kültür'e ait pek çok değerin karanlıkta kalmasına yol açmıştır.

4. Kavimler göçünün etkisiyle tarih sahnesinden silinen Batı Roma İmparatorluğu'nda ayakta kalan tek sosyal kurum kilisedir. Başlangıçta küçük topluluklardan oluşan kilise, süreç içerisinde güçlenmiş ve insanlar üzerinde önemli bir etkiye ve güce sahip olmuştur. Kilisenin gücünü arttırması ve etkisini genişletmesiyle beraber kendisini, insanlığın din öğreticisi, himayecisi ve kurtarıcısı olarak görmeye başlamıştır.

5. Bu dönemde kilise, Antikçağ'ın en önemli aracı olan felsefe ile yeni bir dini dünya görüşü oluşturma yoluna gitmiştir. Bu dinsel tasarımın somutlaşmış adı Hristiyanlıktır.

6. Yeni Platonculuğun etkisiyle, çok tanrıcı (politeist) yapıda olan Antikçağ Kültürü, Hristiyanlık ile birlikte tek tanrıcı (monoteist) bir din anlayışıyla tanışmış ve bu dinsel dünya görüşünün etkisi altına girmiştir.

7. Hristiyanlığın dogma ve prensiplerini, filozofların hücumuna karşı savunmak zorunda olan kilise, kendi filozoflarını yetiştirmeye başlamıştır. Düşünce tarihinde bu döneme Patristik Felsefe denir. Patristik Felsefe, Kilise Babalarının felsefesidir. Kilise babaları M.S. 2. ve 6. yüzyılları arasında yaşamıştır. Bunla Hristiyan doktrininin temellerini atmaya çalışan ilk Hristiyan filozoflar ve ilk büyük öğretmenlerdir. Bu dönemde Hristiyan inancına bir öğretici nitelik kazandırma yolundaki çaba ve denemeler ön plandadır. Bu dönemin en önemli Kilise babaları Tertullianus, Clemens, Origenes ve Aurelius Augustinus'tur.

8. Patristik Felsefe, Hristiyan inancına felsefi bir temel ve bir öğreti niteliği kazandırmaya çalışırken; Skolastik Felsefe de bu öğretiyi temellendirme ve sistematik hale getirme çabası içerisine girmiştir. Skolastik dönemde yapılmak istenen aklı, vahiyle (dinin doğrularıyla) birleştirip, inanç (dinin) konularını anlaşılabilir kılmaktır. Bu sebeple Skolastik düşünüşün yapmak istediği, bir şeyi temellendirmek ya da çürütmektir. Skolastik felsefe, yeni bir şey bulma iddiasını taşımaz. Temellendirmenin ve çürütmenin bir mantıksal temele dayanması gerekirdi. Bu nedenle Skolastik felsefe, Aristoteles mantığının argümanlarını kullanmıştır. Latince bir terim olan "schola" okul anlamına gelmektedir. İnanç ile bilgiyi, kilise öğretisiyle özellikle Aristoteles'in felsefesi ve mantığıyla birleştirmeye çalışır. Temel amacı, aklı dinin doğrularına uygulayarak inanç konularını anlaşılır kılmaktır. Aslında Skolastik felsefe, sistemleştirilmiş bir teolojidir.

   Bu dönemde Eriugena, Anselmus, Abaellardus, İbn-i Sina (Avicenna), İbn-i Rüşd, Magnus, Aquinos Thomas, Ockhamlı William ve Roger Bacon gibi filozoflar yer almaktadır. Roger Bocon, Ortaçağ ile Rönesans arasında geçiş rolü oynamıştır. Patristik felsefe, Neo-Platonizm'in rengini taşırken; Skolastik felsefe, Aristoteles'in düşünsel etkisi altına girmiştir. Yalnız bu iki dönem arsındaki bir farka dikkat etmek gerekir. Bu fark da etkilendikleri kaynakların farklı olmasından kaynaklanıyor. Neo-Platonizm'in önemli simyası olan Plotinos'ta Tanrı'nın düşünme yoluyla kavranılması önemlidir. Oysa Skolastik döneme damgasını vuran Aristoteles'te ise varlıkta saklı olduğuna inanılan bilgiyi aramak önemlidir.

Ortaçağ Hristiyan Felsefesi hakkında görsel içerik



























.

Helenizm Felsefesi

1. Helenizm-Roma felsefesi, Batı ve Doğu kültürlerinin etkileşimi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu, Grek ve Mısır, Mezopotamya, İran, Babil gibi Doğu kültürlerinin ilk karşılaşması değildir. M.Ö. 5. yüzyılda bu karşılaşma ticari ilişkilerle ve daha önce Minos (Girit) uygarlığı aracılığıyla zaten gerçekleşmiştir.

2. Platon felsefesinin mirası olan "En yüksek iyi nasıl elde edilir?" sorusunun yanıtı aranmıştır.

3. Roma medeniyeti pratik bir medeniyetti. Bu dönemde insanlar daha çok rahat yaşamanın kaygısını hissetmişlerdir. Buna bağlı olarak Helenizm Felsefesi, pratik bir felsefe hüviyetine bürünmüştür. Ana sorunları ise yaşayış bilgeliği (yaşama sanatı) dir.

4. Pratik sorunlara bağlı olarak tek tek bilimler gelişmeye başlamış, buna karşılık metafizik problemlere karşı ilgi azalmıştır.

5. Felsefe daha çok dinsel bir içerik kazanmaya başlamıştır.

6. Bu dönemde daha çok ahlaki bir içerik taşıyan felsefe, aydınlar için dinin yerine geçen bir dünya görüşü olmuştur.

7. Bu dönemin önemli felsefi akımları: Septisizm, (Phrrhon, Timon, Karneades), Epikürcülük (Epikuros), Stoacılık (Kıbrıslı Zenon, Epiktetos, Seneca) ve Yeni Platonculuk (Amonios Sakkas, Plotinos)'tur.

Helenizm Felsefesi hakkında görsel içerik

Sokrates Felsefesi

1. Sokrates, sanının (doxa) karşısına bilgiyi (episteme) koyar. Ancak bilgi hazır, hemen öğrenilebilecek, öğretimle hemen kazandırılacak bir şey değildir, birlikte çalışılarak ulaşılacak bir amaçtır.

2. Sokrates'te duyumlara dayanarak oluşturduğumuz tasarımlardan daha önemli olan, sınırı çizilmiş ve tanımı yapılabilen kavramlara ulaşmaktır.

3. Sofistler düşünceleri meydana getiren psikolojik mekanizmayı (algısal göreleliği) inceliyorlardı. Sokrates ise doğruyu belirleyenin aklın doğuştan getirilen yasaları olduğuna inanır ve diyalog kurduğu kişilerle işbirliği yaparak bu doğruya ulaşmak ister. Bu tutumun altında yatan temel amaç, yaşamımıza temel olacak ve insanları birleştirecek evrensel temel ölçülere ulaşmaktır.

4. Sokrates kendisinin birşey bilmediğini söyler. Diyalog içinde olduğu insanlar ise bilgilerinin kesin ve doğru olduğuna inanırlar ama bu insanların ileri sürdükleri şeyler bir bilgi olmaktan daha çok kesin ve doğru olmayan derme çatma şeylerdir. Sokrates'in ünlü ironisi (Sokratik alay-alaysılama) bu karşıtlık içinde belirir.

5. Sokrates, konuştuğu kimsede ruhta uyku halinde bulunan (inneizm) düşünceleri "doğurtmaya" uğraşır. Buna, annesinin ebeliğine bir anıştırma olarak maieutike-mayotik (doğurtma) yöntemi adını verir.

6. Sokrates'in felsefedeki önemi, bilinçli ve ahlaklı-erdemli bir insana göstermiş olduğu önemden kaynaklanır. Felsefenin merkezine insanı yerleştiren Sokrates, insanoğlunun ruhuna yeteri kadar önem vermemesini eleştirmiştir.

7. Sokrates, Sofistlerin bireyci ve göreceli ahlak anlayışının karşısına bireyden bireye değişmeyen evrensel bir ahlak görüşünü koymuştur.

8. Sokrates, yaşamı boyunca hiç yazılı eser vermemiştir. Öğrencisi olan Platon, onun düşüncelerini yazılı hale getirmiştir. Belki de mitleşmek için sözlü iletişim yolunu seçmiş olabilir.

9. Sokrates'in ölümünden sonra Sokratesçi Okullar ortaya çıkmıştır. Bunlar Megara Okulu, Elis-Eretria Okulu, Kynikler Okulu ve Kyrene Okuludur. Bu okullar ne kadar Sokratesçi okullar olarak anılsa da daha çok Sofist bir özellik taşımaktadırlar.

Sokrates Felsefesi konusu hakkında görsel içerik

Aristoteles

1. İnsan her şeyden önce yaşamda sağlam bilgi arar. Sağlam bilgiye ulaşmak aynı zamanda bir yöntem sorunudur. Mantık, tüm bilimler için bir giriş hatta bir hazırlıktır. Mantığı bilimsel çalışmanın bir aleti (Organon) olarak görür. Ona göre felsefe yapmak, yöntemli düşünmeyi ve varlık hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirir.

2. Platon gibi tümellerin peşinde değil, tikellerin içinde yer alan, gözümüzün önünde duran ve dinamik olan tözlerin peşindedir. Gerçekte var olan, tümeller değil, bireyler(tekil)dir. Yani esas var olanlar etrafımızda olan ve belirli bir doğaya sahip olan varlıklardır. Gerçek olan, bu dünyada gördüğümüz varlıklardır.

3. Ona göre gerçeklik, düşünceler nesnel dünyadaki şeylere karşılık geliyorsa ortaya çıkar. Var olanın var olmadığını, var olmayanın var olduğunu ileri sürmek yanlıştır. Var olanın var olduğu, var olmayanın var olmadığı gerçekliktir. Varlığı doğru bir biçimde görebilmemiz için ise mantık gereklidir.

4. Aristoteles, devleti, Platon'da olduğu gibi doğal bir kurum olarak görmez. Devletin asıl amacı, yurttaşlarının ekonomik bakımdan refaha ve ahlaki bakımdan bir olgunluk düzeyine ulaşmasını sağlamaktır. Devlet, bu amaçları gerçekleştirmek için vardır. Yoksa devlet kendi başına iyi veya kötü olamaz. Platon gibi ideal ve üpotik bir devletin peşinde olmamıştır. İnsan ahlaki olgunluğa anacak devletin var olduğu bir toplumda erişebilir. Devlet, insanın ahlaki açıdan biçimlenmesini sağlayan etkin bir araç olmalıdır. Bunu da ancak eğitim yoluyla yapabilir. Hepinizin bildiği gibi insanın hamurunda erdeme bir yatkınlık vardır. Devlet de buna göre şekillenmelidir.

5. Sanatı, Platon gibi bir taklit (mimesis) olarak görür. Yalnız buradaki taklitin amacı da ahlaki olmalıdır. Sanat yoluyla insan ruhu öyle bir uyarulmalı ki bunun sonucunda insan korku, acıma duyguları gibi olumsuz ruh hallerinden arınabilsin. Başka bir ifade ile sanat, arınma (katharsis) işlevine sahip olmalıdır. Sanat yapıtlarında insanın genel özü canlandırılmalıdır. Sanatın amacı da geneli göstermek olmalıdır.

6. Ahlak konusuna gelince; Aristoteles ahlakı, "İnsan nasıl yaşamalı ve insan nasıl mutlu olur?" sorusuyla alakalı olan bir kavram olarak görür. Ahlak kavramının temeline O'da Platon gibi bilgiyi yerleştirir.

Aristoteles hakkında görsel içerik

Platon

1. Felsefe tarihinin sistem kuran ilk filozofudur. Platon, Sofistlerin dünya görüşüne tam bir Sokratesçi olarak karşı çıkar.

2. Platon'a göre yaşadığımız evren, gerçek bir evren değil bir hayal-yansıma-evrendir. Kendini duyularımızla sergileyen göreceli bir dünya, idealer dünyasının bir yansımasıdır. Duyular dünyasının gerçeklik derecesi, idealer dünyasındakinden daha azdır, biri asıl, öteki de bunun kopyasıdır. (Metafiziksel ikilem)

3. İdealer aklın ürettiği birşey olmadığından ve duyular yoluyla bize gelmezler. Bu dünyadaki varlıklar onları bize hatırlatarak onları uyandırırlar. Bu yüzdendir ki bilgilerimizi duyularımız yoluyla bu dünyadaki maddelerden aldığımızı sanmaktayız. Bu bir kuruntudur. Gerçek ise bu dünyadaki varlıklar idealer dünyasındaki asıllarına göre şekillenmişlerdir. Sonra da bize görünerek aklımızdaki asıllarını uyandırmışlardır.

4. İdeaların nesnelere önceliği, zamansal bir öncellik değil mantıksal bir öncelliktir. İdealer zamanın ve mekanın dışında, yaratılmamış ve yok edilemez olan, değişmez kavramsal varlıklardır. Oysa bu Dünya'daki duyusal varlıklar zamanın ve mekanın içinde olup değişebilen varlıklardır. Bundan dolayı idealar dünyası vardır, duyular dünyası ise yoktur.

5. Platon'un ahlak felsefesine göre en yüksek idea, iyinin ideasıdır. Burada karşımıza çıkan sorun, iyi ideasına ulaşmanın bir ara basamağı olan erdeme nasıl ulaşılacağıdır. Erdeme ulaşmanın yolu, bilgiden ya da doğru sanıdan geçmektedir.

6. Platon devleti, insan doğasının bir gereği ve yansıması olarak görür. Ona göre devlet, insanın doğasını yansıttığı için doğal ve tarihsel olarak da gerçekleşmesi zorunlu olan bir kurumdur. Platon, devletin oluşmasının altında insanın tek başına karşılayamayacağı ekonomik ihtiyaçların yattığını söylemektedir. Bu ihtiyaçların karşılanmasında da iş bölümü sistemini kabul etmektedir.

7. Platon'a göre sanat, bizlere gerçekliği değil görüntüyü verir. Gerçek varlıklar idealardır. Sanat eseri, doğanın bir yansıması olan mimesis(taklit)tir. Sanat, insanı ahlaki bakımdan olgunlaştıran bir işleve sahip olmalıdır.

8. Platon, ilk sistemci düşünür olarak kabul edilir. Sistem kuran düşünürlerin, felsefi sistemlerini oluşturan ortak nokta; ahlak, bilgi, devlet, sanat gibi kavramlar arasında bağlar kurmalarıdır.

Platon hakkında görsel içerik

Sofizm

   İnsan felsefesinin başlangıcında tarih sahnesinde yerini alan Sofist kavramı, parayla ders veren, bazı kişilere felsefe ve belagat-retorik (güzel konuşmanın ilkelerini) öğreten felsefe öğretmenlerinin taşıdığı bir sıfat olarak adlandırılır. Geniş anlamıyla şair ve filozof olan kişilerdir. Platon'un etkisiyle bu terim zaman içerisinde olumsuz bir anlama bürünmüştür. İngiliz düşünürü Jeremy Bentham (Ceremi Bentam) bu olumsuz yaklaşımdan etkilenerek siyasette dört çeşit sofistik yöntem saptamıştır.

1. Bir konuda sağlanan söz üstünlüğünü, büsbütün başka bir konuda kullanmak.

2.Dış ve iç tehlike kuruntusu yaratarak istenilen sonucu elde etmek.

3.İstenileni asla gerçekleşemeyecek koşullara bağlayarak kabul etmek.

4.Sorunları bilerek birbirine karıştırmak ve istediğini elde etmek.

   Sofistler'i daha iyi anlamak için M.Ö. 5. yüzyılın siyasal koşullarına bakmak gerekir. Atina Devleti'nin İranlılar karşısında askeri bir başarı kazanması Atina'nın siyasal ve kültürel yapısında büyük değişimlere neden olmuştur. Bunun sonucunda ise Atina'da ve diğer şehir devletlerinde daha önce yönetime katılamayan toplumsal kesimlerin demokrasi talepleri artmış ve radikal bir demokrasi anlayışına sahip insanlar iş başına gelmiştir. Bu yönetim, çok daha fazla insanın devlet yönetimine katılmasına yol açmıştır. Siyasal alandaki bu değişim,kültürel alana da yansımış ve geniş halk kitlelerinin eğitimini gerekli kılmıştır. Daha önce köleler tarafından giderilen bu ihtiyaç karşılanamaz hale gelince öğretici bir kimliğe sahip olan Sofistler ortaya çıkmıştır. Bu öğretmenler kent kent dolaşıp uğradıkları yerlerde para karşılığında ders vermeye başlamışlardır. Tabi bu durum, o zamana kadar Atinalıların karşılaşmadığı bir durumdur.

   Sofistlerden önce Atina'da insanın çalışması özellikle bedeniyle iş yapması aşağılanmak için yeterliydi. Peki bu dönemde hangi kesimler aşağılanıyordu? Köleler ve mesleği ile geçimini sağlayan zanaatkarlar. Bu iki kesiminde toplumda herhangi bir saygınlığı yoktu. Sofistler'in de ders vermeyi bir meslek haline getirmesi onların Sokrates, Platon gibi düşünürler tarafından aşağılanmasına neden olmuştur.

   Sofistler, kendilerinden önceki felsefe okurlarından hiçbirine katılmadılar. Bunun altında yatan temel neden ise "doğa filozoflarının evren konusunda tutarlı bir görüş oluşturamamalarıdır. Bu görüşlerinin altında kendilerinin felsefeyi bireysel ve öznel bir faliyet olarak görmeleride yatmaktadır. Yani ne kadar filozof varsa evrenin yapısı hakkında da o kadar farklı görüş vardır. Bu farklı yaklaşımları savunan düşünürlerin gerçeği öğretemeyeceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu aşırı şüpheci eğilim, gerçekle ilgili bazı soruların sorulmasını zorunlu kılmaktadır: Gerçek diye birşey varmıdır? Filozofların gerçek konusundaki fikirleri birbirleriyle çeliştiğine göre acaba geriye gerçek diye bir şey kalır mı?

Önemli Sofist düşünürler:  
  • Protagoras
  • Gorgias
  • Kallikles
  • Hippias
  • Kritias
  • Antiphon
  • Prodikon
  • Thrasymachos vd.

Sofistlerin Temel Özellikleri
1. Felsefenin merkezine insan kavramını ve insanla ilgili sorunları yerleştirmişlerdir.

2. Bilgi probleminde göreceli (rölativist) ve kuşkucu (septik) bir tavır sergilemişlerdir.

3. Toplumsal yaşamda bireyci (indivudualist) ve yararcı (pragmatist) bir çizgi izlemişlerdir.

4. Toplumsal kurum ve kuralları eleştirmişlerdir.

5. Toplumsal kurum ve kuralların insan ürünü olduğuna inanırlar.

6. Doğal hukuku (physis nomos) benimsemişlerdir.

7. Felsefi ve siyasal alanda Nihilizm, Anarşizm ve Liberalizm akımlarına önderlik yapmışlardır.

8. Dilbilgisi, ikna sanatı, retorik, hukuk (savunma sanatı), ahlaki davranış, edebiyat eleştirisi, matematik, tarih, kültür, mantık ve dilsel analiz gibi birçok alanda yapmışlardır.

9. İnsanı ve insan toplumlarını inceleyerek kültür tarihine önemli katkılarda bulunmuşlardır.

10. İnsan tarafından yapılan bir şeyin, yine insan tarafından değiştirilebileceğini savunmuşlardır. Bu anlamıyla yenilikçi (reformist) lerdir.

11. Geleneklere savaş açtıklarından dolayı aydınlanmacı düşünürler olarak kabul edilirler.

12. Phaleas ve Hıppodamos gibi sofistleri ilk sosyalist düşünürler olarak kabul edebiliriz.
       
Sofizm hakkında görsel içerik























. 
17 Ocak 2015 Cumartesi
Editör: Unknown
Etiket : sofizm

Felsefe Tarihi

Felsefe tarihi, her şeyden önce bir felsefe disiplinidir; filozofların süreç içerisinde ürettiği felsefi düşünceleri ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan felsefi akımları inceleyen bir felsefe alt dalı olarak da nitelenebilir. Eğer felsefe problemlerinin anlamını kavramak, bu problemlerin hangi koşullara bağlı olarak ortaya çıktığını öğrenmek istiyorsak felsefe tarihini bilmemiz gerekir.
   Felsefe tarihi, kaba bir sınıflama çevresinde İlkçağ Felsefesi, Ortaçağ Felsefesi, Yeniçağ Felsefesi ve Çağdaş (Modern) Felsefe olarak dörde ayrılabilir.


Felsefe tarihi hakında görsel içerik

























































http://www.kaynakbilgi.tk/p/felsefe.html
Editör: Unknown
Etiket : felsefe tarihi

Bağış Yapın

Türkiye'nin en büyük bilgi platformunu oluşturduğumuz için gurur duyuyoruz ve bizimle birlikte olan tüm ziyaretçilerimize teşekkür ederiz. kaynakwiki.blogspot.com sitesinin ve çalışanlarının devamlılığı için bağış kampanyasına katılın ve bize destek olun. Bağış Yapmak İçin Tıklayın

Popüler Yayınlar

www.kaynakbilgi.tk

- Telif Hakkı Saklıdır © Deniz in the Deniz - Tarafından Desteklenmektedir Öztürk Bilişim Hizmetleri -